Türkiye’de her 3 Aralık Dünya Engelliler Gününde yeniden dolaşıma sokulan bir cümle var: “Sevgi varsa engel yoktur” Bu cümle, ilk bakışta iyimser, kapsayıcı ve moral verici gibi görünse de, engellilik çalışmalarında “paternalist ableizm” olarak tanımlanan ayrımcılık türünün en tipik örneklerinden biridir. Bu söylem, engelliliği bireysel bir kusur, duygusal bir eksiklik veya sevgiyle aşılabilecek bir durum olarak çerçeveleyerek engellilerin hak temelli taleplerini sistematik biçimde görünmez kılar.
1. Engelliliğin Sosyal Modeli vs.
“Sevgi” Paradigması Dünya Engellilik Araştırmaları literatürü, engelliliğin tıbbi modelden sosyal modele geçişini 20. yüzyılın en büyük insan hakları dönüşümlerinden biri olarak kabul eder.
Sosyal model, engeli bireyin bedeninde değil, toplumun ürettiği fiziksel, hukuki, mimari ve kültürel bariyerlerde konumlandırır. Oysa “Sevgi varsa engel yoktur” söylemi, tam da sosyal modelin reddettiği tıbbi-bireyci anlayışı yeniden üretir.
Bu söylem:
•Engelliyi “engelini aşması gereken birey” olarak sunar.
•Toplumsal engelleri değil, bireyin duygusal durumunu merkez alır.
•Devleti, belediyeleri, kurumları ve yasa koyucuyu sorumluluktan arındırır.
Bu söylem, akademik literatürde “duygusal apolitizasyon” olarak tanımlanan bir sürecin sonucudur: Sorun politiktir, çözüm politikadır fakat söylem meseleyi duygusal zemine çekerek siyaseti ortadan kaldırır.
2. İnsan Hakları Hukukunun Açık Hükmü:
Devlet sevgi değil, yükümlülük taşır. CRPD (BM Engelli Hakları Sözleşmesi) CRPD’nin 1., 3., 4., 5., 9., 19., 21., 27. ve 29. maddeleri; devletlere ayrımcılığı önleme, erişilebilirliği sağlama, hizmetleri eşitleme ve engellileri toplumsal yaşama tam katılım için güçlendirme yükümlülüğü getirir.
Bu maddeler sevgiyle değil, hukuki zorunluluklarla ilgilidir. Dolayısıyla: Engellilerin yaşadığı engellerin sebebi sevginin eksikliği değil, devletin sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmeyişidir. Anayasa’nın 10. Maddesi – Eşitlik İlkesi, engelli bireyler lehine pozitif ayrımcılık yapılabileceğini düzenleyen bu madde, engellilerin korunmasını bir tercih değil, anayasal emir haline getirir.
Anayasa’nın 90. Maddesi CRPD’yi iç hukukun üstüne yerleştirir. Bu da demektir ki: “Sevgi varsa engel yoktur” diyen her yönetici, aslında uluslararası hukuka aykırı bir ayrımcılığı norm haline getiriyordur.
3. Feminist Engellilik Çalışmaları: Engelli Kadınların İki Kez Silinmesi Feminist Engellilik Kuramı (Garland-Thomson, Morris, Clare), engelli kadınların hem cinsiyet hem engellilik temelinde çifte ayrımcılığa maruz kaldığını belirtir.
“Sevgi varsa engel yoktur” söylemi, engelli kadının maruz kaldığı:
•Toplumsal cinsiyet temelli şiddeti,
•Ekonomik güvencesizliği,
•Bakım yükünün sömürüsünü,
•Politik temsiliyetsizliği tamamen görünmez kılar.
CRPD’nin 6. maddesi ve CEDAW(Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi)’ın ilgili hükümleri, engelli kadınların özel korunmasını zorunlu kılarken, Türkiye’de hâlâ “sevgi” üzerinden politika üretiliyor olması, hukuki ve politik açıdan ciddi bir geri kalmışlıktır.
4. Erişilebilirlik bir lütuf değil, pozitif yükümlülüktür. Erişilebilirlik, CRPD’nin 9. maddesi kapsamında devletin pozitif yükümlülüğüdür.
Yani devlet:
•Rampa yapmak,
•İşaret dili tercümesi sağlamak,
•Altyazı eklemek,
•Erişilebilir ulaşım sunmak,
•Kamusal alanları herkes için kullanılabilir hale getirmek zorundadır.
Oysa Türkiye’de eksik olan şey sevgi değil; Erişilebilirlik standardizasyonudur, mevzuatın uygulanmasıdır, yaptırım mekanizmalarının işletilmesidir.
“Sevgi varsa engel yoktur” söylemi, devletin bu yükümlülüğü yerine getirmemesinin üzerini örten yumuşak bir maske işlevi görür.
5. Romantizasyon: İnsan hakları inkarının kültürel aracı. Engelli bireylere yönelik:
•“Azminle ilham verdin”,
•“Engeline rağmen çok güçlüsün”,
•“Sen istedikten sonra her şey mümkün”,
•“Sevgi varsa engel yoktur” gibi ifadeler, akademik literatürde “inspirational ableism – ilham ableizmi” olarak tanımlanır. Bu söylemin amacı şudur: Engellinin hikâyesini bireyselleştirmek, toplumsal sorumluluğu görünmez kılmak, devleti aklamak.
Bu söylem sayesinde:
•Engellinin bir özne değil nesne olarak görülmesi,
•Yapısal eşitsizliklerin “kişisel gayret” ile ilişkilendirilmesi,
•Adaletsizliğin duygusallaştırılarak siyasetsizleştirilmesi olağanlaştırılır.
6. Sonuç: Sevgi değil, hukuk engel kaldırır. Engellilerin hak mücadelesinin önündeki en büyük engel, fiziksel bariyerler değil; toplumsal zihniyeti kuşatan ableist söylemdir.
Bu nedenle söylüyorum: “Sevgi varsa engel yoktur” söylemi, engellilik alanındaki yapısal ayrımcılığı meşrulaştıran bir ideolojik araçtır.
Gerçek cümle, hukukun ve insan hakları yaklaşımının söylediğidir. Sevgi varsa değil;
- Hukuk varsa engel yoktur.
- Erişilebilirlik varsa engel yoktur.
- Eşitlik varsa engel yoktur.
- Devlet yükümlülüğünü yerine getiriyorsa engel yoktur.
Ve biz engelli kadınlar, bu kavramları yalnızca akademik bir tartışmanın parçası olarak değil, hayatlarımızın somut gerçeği olarak biliyoruz. Engelli bireylerin mücadele ettiği şey engel değil; ableizmdir, eşitsizliktir, hukuksuzluktur. 3 Aralık’ın anlamı tam olarak budur: Kutlama değil, hak ve adalet talebinin yüksek sesle dile getirildiği bir toplumsal yüzleşme günü.
Elif Gamze Bozo





Bir Cevap Yazın